1 Şubat 2024 Perşembe

YEMEDEN İÇMEDEN OLMAZ / SİBEL UNUR ÖZDEMİR

 




(FOTOĞRAF BENİM VİZÖRÜMDEN )

Yiyoruz, içiyoruz, geziyoruz. Yemeden içmeden olmaz tabii.  Hele de yemek kültürü zengin olan bir coğrafyada yaşıyorsak. Düşünsenize şöyle bir. Sabah, öğle, akşam yemek yiyoruz. Bazen de beş çayı deyip ikindi vakti atıştırıyoruz çayın yanında tatlı tuzlu ne varsa.

Misafir geliyor sofra kuruyoruz.  Çorbası, ara sıcağı, zeytinyağlısı, eti / tavuğu, pilavı, böreği, salatası, tatlısı, meyvesi… Gel de yeme, gel de kalorileri alma.  Neredeyse yeme içme üzerine kurulmuş bizim kültürümüz. Öyle ya… Doğum, düğün, ölüm, iş, bayram derken ne sofralar kuruluyor önümüze. Bir de bayanların günlerinde ikram ettikleri çörekler, poğaçalar, kekler, kurabiyeler… Arkadaşlarımızla buluşup bir kafede ya da pastanede oturduğumuzda yemeden içmeden durabilir miyiz? Doğum günleri, mezuniyetler, evlenme yıldönümleri pastasız kutlanır mı hiç? En güzel tatlısı değil midir dondurma yaz mevsiminin? Televizyon seyrederken atıştırılan kuruyemişler ne kadar da lezzetlidir.

Gel de yeme. Gel de kilo alma şimdi.

Nasıl dayanılır ki yememeye önünüzde birbirinden leziz yemekler dururken? Nefse hâkim olmak zor iş be azizim.

“Ye gitsin,” der kalbin ama öte taraftan itiraz eder aklın “Dur yeme kilo alacaksın. Et, yağ olarak geri dönecek yediğin her şey bedenine. Sen değil misin günlerdir kilo vereceğim diye aç dolaşan.”

Akıl da kalp de haklı kendince. Bir ömür boyu yeşillik yenmiyor ki azizim. Bir çay bardağı yoğurt, iki adet ceviz, dört kuru kayısı, vb… Geçer mi böyle bir ömür? Fazla kilolarından kurtulabilmen için geçmek zorunda. Öyle bir süre diyet yapıp bırakırsan da olmaz. Kulağına küpe olsun, yemek yeme alışkanlığını değiştirecek ve bu değişikliği yaşam biçimi haline getireceksin. Zor, çok zor! Zira nefis bu, birini çekmese diğerini çekiyor.

Yemek, yemekte bir kültür işi azizim. Beslenme, yaşadığımız coğrafyanın hayat tarzını söyler bize. Ege’de zeytinyağlılar tüketilirken Doğu’da çiğ köfteler, kebaplar, acılar, baharatlar tercih edilmez mi?

Geleneklerimiz, inançlarımız da etkendir beslenme biçimimize; hani doğum, düğün, ölüm, bayram dedik ya biraz önce.

Sabah kahvaltısı ayaküstü yapılsa da işe, okula yetişebilmek için, akşam yemekleri ritüeli bir başkadır. Ailede bulunan herkes akşam yemeğinde bir araya gelir, aile sıcaklığı sofrada da hissedilmek istenir. Önemli bir konu varsa konuşulur masa başında. Yemek bitse bile sohbet bitmediyse sofra toplanmaz, oturulur öyle.

Dışarıda yeniliyorsa yemek belki bir iki kadeh şarap eşlik eder sohbete ya da hafiften hafife çalan müzik eşliğinde dans edilir.

Romantik olsun diye yatağa getirilir kimi sabah kahvaltı. Ama nedense bu davranış biçimi sanki hastaymışsın da o yüzden yatağa kahvaltı getiriliyor duygusunu hissettirir.

Eski zamanlarda yer sofraları kurulurmuş. Tek tabaktan yermiş insanlar. Tahta kaşıklar kullanırlarmış. Ekmeği böler, soğanın tepesine vurarak parçalarlarmış.

Diyetisyenlere göre akşam yediden sonra hiçbir şey yenmemeli. Sadece bitki çayları içilebilir o da şekersiz olmak koşuluyla.

Bazı insanlar da geç kahvaltı yapıp beş gibi akşam yemeğini yiyormuş yani günde iki öğün. Tercih meselesi tabii.

Bazıları “Bir dirhem et, bin ayıp örter”, “Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer” dese de kilolu olmak pek çok hastalığın tetikleyicisi olduğu için hiç de iyi bir şey değil. Günümüzün sorunu obezite. Kilo almak kolay da vermek hiç de kolay değil.

Duyarız zaman zaman “Bir oturuşta bir kuzuyu yer.” derler mesela. Mesela “Can boğazdan gelir”, “Yiyen adamdan zarar gelmez”, “ Su içsem yarıyor”, “Yemek buldun mu giriş dayak gördün mü sıvış.” gibi dilimize pelesenk olmuş deyişler vardır. Bir bildikleri vardı herhalde bu sözleri sarf edenlerin.

Görüyor musun azizim yemek kültürü insandan insana farklılık gösterebiliyor. İnsanlar yaşam biçimlerine göre yemek yeme düzenlerini ayarlıyorlar. Her şey bir yana sağlıklı besinler tüketmeli ve düzenli beslenmeliyiz. Bunu bilir bunu söylerim ben.

 

 NOT: YAZILARIMIN HER HAKKI SAKLIDIR. İZİNSİZ ALINAMAZ, PAYLAŞILAMAZ, KULLANILAMAZ.

 



 

4 Temmuz 2022 Pazartesi

ÜRÜNÜN GÜL DESTESİ


 

Edebiyat dünyası yeni bir şiir kitabına kucak açtı, “Ürünün Gül Destesi”. Kitabın en önemli özelliğinden birisi beş ayrı şairinin olması. Diğer özelliği ise şairlerinin aynı zamanda halk ozanı olarak anılması.

Şairlerden biri ve aynı zamanda projenin fikir babası olan Hasan Kaplani kitabın sunuş yazısında daha önce Zülfikar Yılmaz ile hazırladıkları “İki Söz İki Yürek” isimli şiir kitabının ses getirmesi üzerine bu kitabı hayata geçirmeye karar verdiği bilgisini paylaşıyor bizimle. Hocası Âşık Selahattin Dündar’a projesinden bahsediyor ve onayını alıyor. Daha sonra Zülfikar Yılmaz, Besime Şahin Alçınkaya ve Hasan Demir(Güferi) ile iletişime geçiyor. Böylece şiirlerini bir kitapta toplama konusunda fikir birliğine varıyorlar.

Önsöz, Âşık Selahattin Dündar tarafından kaleme alınmış. Bu metni okuyunca anlıyoruz ki Hasan Kaplani, Dündar’ın öğrencisi. Bu da bize Âşıklık geleneğinde var olan usta-çırak ilişkisinin günümüzde de devam ettiğini gösteriyor. Âşık Dündar, Hasan Kaplani’ye “Şah Ozan” diye hitap ediyor. Önsözü okuduğunuzda eserde şiirleri yer alan halk şairleri hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz. Gerçi her şairin biyografisi de kendilerine ayrılan bölümün başına eklenmiş.

Âşık Dündar’a ait 42 şiir süslüyor kitabın sayfalarını. Bu şiirlerin içinde ödül alan eserler de var. Şiirlerin çoğunda sekizli ve altı+beş hece ölçüsü kullanıldığı dikkatleri çekiyor. Dizelerdeki ahenk ve ritim sanki Âşık Dündar şiirlerini goşasazıyla çalıp söylüyormuş havasını okura hissettiriyor. Şiirlerde sevgi, insan olmak, insana dair her şeyi sevmek, barış, ana, gerçek aşk, adalet, ayrılık, dost, tasarruf, çocuklar gibi temalara rastlamak mümkün.  Bakın bir şirinin bir kıtasında nasıl ifade etmiş kendini Dündar.

“Dündar seda verip çok ezgi çaldı

Kimi cevher sattı kiminden aldı

Deseler ki âşık senden ne kaldı

Söylenmedik nice sözler sır benim.

(Sayfa 43)

Âşık Dündar “Çocuklar” isimli şiirinin son kıtasının son dizesinde “Sazımın göğsünde telim çocuklar” derken çocukları canı gibi sevdiği goşasazıyla bir tutuyor ve sevgisini haykırıyor. (Sayfa 41)

Bazen de dizelerinin yardımıyla öğüt veriyor okuruna “Eğer dinler isen bir çift sözüm var.” diyerek. (Sayfa 42)

Selahattin Bey’in, eşi Songül Dündar’ın romanına adını veren Cezo Gardaş’a ve yine Savaşların Kadını adlı romanın kahramanı olan Hürü Ana’ya da şiirler yazdığı görülüyor. 

 

“Köyün Benliahmet Kars’a bağlısan

Aklıma düşüpsen ay Cezo Gardaş

Dilenip dururdun elinde torban

Yaktın yine beni vay Cezo Gardaş.”

(Sayfa 26)

Bununla da kalmıyor ve Âşık Dündar, bir önlüğe, tarlada geçen bir güne bile şiir yazıyor. Elli ikinci sayfada yer alan “Ey Sevgili” isimli şiir ise hem yatay hem de dikey okunduğunda aynı dizeleri taşıma özelliğine sahip

Mecnun gibi / perişanım / ünüm çatmaz / Leyla’ya

Perişanım / ünüm çatmaz / düşmüşüm / çöl sahraya

Ünüm çatmaz / düşmüşüm / yalvarırım / ol Mevla’ya

Leyla’ya / çöl sahraya / ol Mevla’ya / seda saldım”

(Sayfa 52)

 Dündar’a ayrılan bölüm “İki Yürek İki Söz Kaplani ile Yılmaz” şiiriyle son buluyor.

İkinci sırada Hasan Kaplani’nin şiirleriyle tanışıyor okur. İlk bağlamasını 1968 yılında eline alan Kaplani bir daha bırakmamış, eserler üretmiş, ödüller almış, çeşitli televizyon kanallarına programlar hazırlamış.

Kaplani, şiirlerinde genellikle ikinci tekil şahsa seslenmiş:

“Takatim yok koşamam ki güzel dost” (Sayfa 63)

“Mahzun bakar gözlerinde hüzün var” (Sayfa 64)

“Hasretinle belim bükülmesin yar” (Sayfa 65)

Ozan’ın kalbinde büyük bir sevgi yumağı olduğu ve bir kez sevdiği yârini kutsal kabul ettiğini öğreniyoruz dizelerinden…

“Kara Deniz gibi dalgalı durma

Oktur kirpiklerin sineme vurma

Kutsalımsın dedim öteyi sorma

Gönül evim Kâbe yıkılmasın yar”

(Sayfa 65)

 “Çocuklara ana Kaplani’ye yar

Her türlü özveri benliğinde var

Sıcak yüreğine bizi daim sar

Yoldaşımsın sırdaşımsın eşimsin”

(Sayfa 70)

Şah Ozan’ın şiirlerinde işlediği konular arasında hüzün, yar, sevgi, vasiyet, umut, paylaşmak, namus, helal-haram, barış gibi konulara da rastlanıyor. İnsanların hayattayken kıymetinin bilinmesi gerektiğine dikkat çeken Kaplani “Olur musun” isimli şiirinde kötüyü göstererek iyiyi seçer misin, diye soruyor okuruna. (Sayfa 85) Sayfalar ilerledikçe babasına ve dostlarına ithaf ettiği şiirlerle karşılaştığınız gibi üstü kapalı anlatımlarla da tanışıyorsunuz “Yürüyorum Dikenlerin Üstünde” mısraında olduğu gibi.

“Karanlık bir gece yol görünmüyor

Yürüyorum dikenlerin üstünde

Kara çalı bana aman vermiyor

Yürüyorum dikenlerin üstünde.

(Sayfa 73)

Üçüncü sırada Besime Şahin Alçınkaya’nın şiirleri yer alıyor eserde. Kitapta yer alan tek bayan ozan Besime. Şiirlerinde hüzün, sitem, ana, dost, sıla, gurbet, gönül, kara toprak, vefasızlık, özlem, beklemek, umut, sabır, keder, dert, yar, emek gibi temalara rastlanıyor.

“Dert adamı söyletir.” diye bir söz vardır ya hani… Besime’nin şiirleri de dertten beslenmiş adeta. Şair daha çok duygularından beslenmiş ve onları dizelerine dökmüş.

“Hasret çile yoldaş bana

Hüzün sanki bir eş bana

Doğmaz oldu güneş bana

Hal perişan yaman gayrı”

(Sayfa 110)

“Hangisini söyleyeyim sevdiğim

Geceden daha da kara kaderim

Nereye el atsam elimde kalır

Sinemde onulmaz yara kaderim.”

(Sayfa 128)

“Başım duman duman yüreğim korda

Hasret yüreğimi yakıyor gülüm

Dert benden ayrılmaz gönlüm efkârda

Gözlerimin yaşı akıyor gülüm.”

(Sayfa 137)

Dördüncü sırada yer alan şair ise Zülfükar Yılmaz. Yılmaz’ın şiirlerindeki evlat ve torun hasreti dikkat çekmeyecek gibi değil. Bir de ömrün son demine yaklaştığına işaret ediyor dizelerinde. Gurbet, fakirlik/zenginlik, dostluk, alın teri, sevgi, kavuşma, zaman, endişe, dert, hasret gibi konuları işlemiş şiirlerinde.

Aşağıdaki dörtlükte bakın kendisini nasıl anlatmış Zülfükar Yılmaz.

 

“Yanar Zülfükar’ım Hak diye diye

Bir hoş seda kalır benden hediye

Dik olan başımı eğdim sevgiye

Karlı dağa değil düzüne düştüm.

(Sayfa 153)

Ömrünün son demlerini yaşadığına dair bir teslimiyete tanık oluyoruz bu dörtlükte…

“Kara kışa teslim olmuş yüreğim

Dağnı Dağı’ndaki kar bana neyler

Garip bülbül gibi gülde merağım

Ömrüm sonbaharda har bana neyler.

 

(Sayfa 161)

Evladına duyduğu hasreti bakın nasıl dillendirmiş şair.

“Dön gel oğul dön gel gayrı köyüme

Katıl ailene kendi soyuna

Gurbetin acısı girip suyuma

Ekmeğe dayandı aşa dayandı.”

(Sayfa 163)


Son sırada ise Hasan Demir var. Mahlası “Güferi”. Şiirlerinde haksızlığın karşısında haklının yanında durduğunu haykırıyor.

“Gözlerim kör olsun devrilsin boyum

Zalimin zulmüne karşı gelmezsem

Zehir zıkkım olsun ekmeğim suyum

Zalimin zulmüne karşı gelmezsem.”

(Sayfa 205)

Sitem, özlem, hüzün, ayrılık, gurbet, sevda, zalim, zulüm, anne, eşitlik, özgürlük, barış, insanlık gibi mazmunlar yer alıyor Güferi’nin dizelerinde, beyitlerinde.

“Gönlüm ahuzarda yüreğim gamda

Söndü ocak duman tütmez bacamda

Hasret ateş oldu günüm gecemde

Şu kara bağrımı yaktım uzakta”

(Sayfa 200)

Toplumsal olaylara da yer vermiş şiirlerinde Güferi. Bunu mizah ve mübalağa sanatlarını kullanarak yapmış. Bazı dizelerindeki serzeniş ve gönül kırgınlığı dikkat çekse de umudun var olduğunu da söylüyor bize şair.

 

“Güferi’yim elbet bir gün gelecek

Ezilenler dur diyecek zulüme

Sömürülen sınıfını bilecek

Birlik olup ders verecek zalime.”

(Sayfa 243)

Görüldüğü gibi her kalemde farklı bir lezzet var.  Anlatılmak istenen konular, verilmeye çalışılan mesajlar değişik söyleyişlerle can bulmuş dizeler boyunca. Ozanlar az sözle öyle çok şeyler anlatmışlar ki bize. Şiirlerdeki sıcaklık, içtenlik okuru sarıveriyor hemen. Şairlerin dillerinin anlaşılır, duru, akıcı ve sade oluşu okuru yormuyor. Seçilen konular hayatın içinden olsa da toplumsal ve felsefi yanlarının olduğu da gözlerden kaçmıyor. Deyişlerin güçlü olması ozanların hayatı ve insanları nasıl gözlemlediklerini, tanık oldukları olaylarla kurdukları empati yetisini ortaya çıkarıyor. Şiirlerin içinde doğaçlama söylenmiş olanlar olduğunu düşündürtüyor okuduğunuz bazı mısralar. Ödüllü şiirler olduğu da görülüyor. Ürünün Gül Destesi’nde yer alan şiirler öyle bir kere okunup geçilecek şiirler değil. Okunup üzerinde düşünülecek, kafa yorulacak eserler. Ozanların şiirlerini sadece okumak değil bağlamalarıyla, goşasazlarıyla beraber dinlemek de gerek.

Ürünün Gül Destesi, edebiyat dünyasının bir kazanımı. Ürün Yayınları’ndan çıkmış. İki yüz altmış iki sayfa. Kapak tasarımı Muharrem Yalçınkaya tarafından yapılmış.

Kitapta şiirleri bulunan beş şairimizi ayrı ayrı kutluyor, şiirleri bol okunsun, çok dinlensin arzu ediyor ve yolları açık olsun diliyorum.


KİTAP  TANITIM YAZISI ve FOTOĞRAFLAR: SİBEL UNUR ÖZDEMİR

03.07.2022

Ankara

 * Her hakkı saklıdır. İzinsiz alınamaz, çoğaltılamaz, paylaşılamaz.

 

 

5 Nisan 2021 Pazartesi

 


SİBEL UNUR ÖZDEMİR’DEN YETİŞKİNLERE YÖNELİK BİR KİTAP…

 

 “SENİNLE SEVDİM ANKARA’YI”

 

Tulpars Yayınlarından çıkan “Seninle Sevdim Ankara’yı” isimli kitapta Sibel Unur Özdemir’in kaleminden yüreğe dokunan 20 öykü yer alıyor. Öyküler somut ve soyut kavramlar üzerine kurulu.

Yüz elli iki sayfa olan kitabın dili sade ve akıcı. Bireylerin ruh hallerine, duygu ve düşüncelerine yer verilen eserde hayatın içinden seçilen farklı konular işlenmiş. Kimi öyküler hüzün verip düşündürürken kimi öyküler yüzleri güldürüyor. Bazı öyküler ise fantastik bir tat bırakıyor dimağlarda.

“Seninle Sevdim Ankara’yı” isimli öykü kitabı Sibel Unur Özdemir’in “Belki İstanbul’dayım”,  “Sen, Sen Adalı Kız, Ah!” ve  “Üç Oda Bir Salon”  adlı öykü kitaplarından sonra yetişkinler için kaleme aldığı dördüncü öykü kitabı olma özelliğini taşıyor.

Her geçen yıl yeni kitaplarla okurlarının karşısına çıkmaya devam eden Özdemir’in eserlerine yenilerini eklemesini ve başarılarının devamını diliyoruz.

 KAYNAK:SİBEL UNUR ÖZDEMİR

 

 

 

BENİM KİTAPLARIM





 

SİBEL UNUR ÖZDEMİR’DEN YENİ BİR KİTAP…

Aşk mektuplarından oluşan “Müzeyyen ” isimli kitap edebiyat dünyasındaki yerini aldı.

“Çocuk ve yetişkin okurlarına yönelik romanlarından, şiirlerinden, denemelerinden, fabllarından, masallarından, öykülerinden tanıdığımız Sibel Unur Özdemir bu kez de aşk mektuplarından oluşan bir eser ile çıkıyor okurlarının karşısına.”

YENİ KİTABI MÜZEYYEN’İ BİR DE YAZARIN KENDİSİNDEN DİNLEYELİM…

“Neden aşk? Neden mektuplar?” diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum çok uzaklardan.

Aşk; çünkü yer ve gök nasıl dua üzerine kurulduysa insanın tabiatı da sevgi ve ondan daha da yüce bir duygu olan aşk üzerine inşa edilmiştir. Aşk öyle kuvvetli bir histir ki tüm duygulardan daha da üstündür. Sevilmediğini hisseden bir kişinin duyguları nasıl darmadağın oluyorsa sevildiğini bilen kişi kanat takıp uçabiliyor bu güçlü hissiyatla birlikte.

Üzülerek söylüyorum ki o eski masum, saf, temiz aşklardan eser kalmadı günümüzde. Her şeyi çok çabuk tükettiğimiz gibi bu yüce duyguyu da günübirlik ilişkilerle aynı kefeye koyuyor ve adına “aşk” diyoruz. Bu ne büyük bir gaflet! Zira insanın ruhunun derinliklerinde devasa boşluklar açılmasına neden oluyor. Sizler ne derseniz deyin ya da nasıl tarif ederseniz edin, hayatı yaşanır kılan sevgidir, aşktır. Yüreği tomurcuklandırır aşk. Çiçek çiçek açar, baharı sunar gönlünüze.

Çoğu zaman Yeşilçam filmlerine konu olan saf, masum, temiz, karşılıksız, katıksız, menfaatlerden arındırılmış, çıkar ilişkilerinin olmadığı, sevgileri özlüyorum ben günümüzde aşkın böylesine yozlaştığını görünce.

Aşkı “Elveda Lasinya” isimli kitabımda da anlatmaya çalışmıştım Nedim ve Lasinya’nın ağzından. Şimdi de Cem Cihan’ın, Müzeyyen’e olan tutkulu aşkını onun yazdığı mektuplar aracılığı ile sizlere ulaştırmaya çalıştım.

Mektup; çünkü yalnızlığınızı paylaşırsınız kâğıtla kalemle. Mürekkep kokusunu içinize çekerek okursunuz yazılanları. Bir damla gözyaşınız dağıtır mürekkebi ama siz orada ne yazdığını zaten ezbere biliyorsunuzdur. Özlemle burnunuzun direği titrediğinde çıkarıp yeniden,  yeni baştan okursunuz yazılanları. Sevdiğinizi yanınızda gibi hissedersiniz. Az da olsa teselli bulur hasretinizi azaltır mektuplar. Öyle bir an gelir ki okunmaktan yıpranır, lime lime olurlar ama siz onu yine de özenle kadife bir kutuya yerleştirirsiniz bir daha ki buluşmanıza kadar emin ellerde olacağını bilerek.

Günümüzde mektup da yazılmıyor artık. Saçından bir bukle kesilip konulmuyor içine zarfın. Dudak izleri süslemiyor mektupları. Sevdiğinizin parfüm kokusu sinmiyor harflerin üzerine. Teknoloji her şeyi mekanikleştirdi. Cep telefonları üzerinden yazılan mesajlar ne yazık ki aynı duyguyu vermiyor yüreklere.

İşte, ben “Müzeyyen”i kaleme alırken bu duygular içerisindeydim. Edebi bir tür olarak da mektubu severim ben. Bu mektupların, biyografi severlerin de ilgisini çekeceğini düşünüyorum.

Bu kitaptaki kahramanım Cem Cihan,  büyük ve özlem dolu aşkı Müzeyyen’e tam 41 adet mektup yazıyor. Mektuplarındaki zarif, samimi ve sıcacık üslup ile bütünleşen kelimelerin gücü oldukça etkileyici. Cem Cihan’ın aracılığı ile duygu ve düşüncelerimi 116 sayfaya sığdırmaya çalıştım. Kitabın sonunda okurlarımı bekleyen sürprizlerin olduğunu da çıtlatayım buradan.

Bu mektupları, 1940’lı, 1950’li yılları düşünerek kaleme aldım. Büyüklerimden dinlediğim bazı hikâyeleri de mektuplarımda kullandım. Müzeyyen benim halamın ismi. Bu kitabı kendisine ithaf ettim. İçinde onu anlattığım o kadar çok bölüm var ki… Ayrıca, aşkın güzelliğini, kutsallığını, sıcaklığını,  gönülde nasıl tomurcuklanıp filizlendiğini anlatan satırlarda Cem Cihan’ın geleceğe dair hayallerinin bir yansıması sizleri sevgiyle sarıp sarmalayacak.

“Müzeyyen” mektup yazmanın, okumanın ve saklamanın güzelliğini sizlere bir kez daha hatırlatırken her an ulaşmak isteyeceğiniz, her cümlesiyle ruhunuzu dinlendirecek bir başucu kitabı olarak yer alacak gönüllerinizde ve her dönemde aşkın olduğunu fısıldayacak kulaklarınıza.

KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN…

Lakin bazen umudumu yitiriyorum sevgili. Bir çocuk ağıtı duyuyorum örselenmiş tarafımda. Kırık cam parçacıklarına benzeyen hülyalarımı süpürüyorum elimin tersiyle. Soruyorum kendime “Aynı şehirde yaşarken gurbeti solur mu insan?” diye. Kendimi, kirpiklerinin arkasına gizlenmiş o kehribar renkli gözlerinin bakışlarında hapsedilmiş hissediyorum. Yanlış anlama sevgili, hiçbir şikâyetim yok bu durumdan. Asla pişmanlık hissetmiyorum. Bu gönüllü bir teslimiyet, ömür boyu sürecek olan.

Haberin yok tabii, gecenin koynunda ne kadar yalnız olduğumdan. Bilmiyorsun o saatlerde hasretinin yüreğimi nasıl derbeder ettiğini ve benim vuslata dair umutlarımla kavuşacağımız o günü hasretin gergefine nakış nakış işlediğimi. Geleceğe dönük hülyalarımla bütünleşerek acı çeken ruhumu köpük köpük yıkadığımı, elemi yüreğimden usul usul elediğimi, nereden bileceksin Müzeyyen’im?

Ben acıyla baş etmeyi öğrendim. İzin ver senin acılarını da kucaklayıp yaralarını sarayım. Huzur beşiğinde mutluluk ninnileri söyleyeyim kulağına ve sen hiçbir şey düşünmeden uyu mışıl mışıl.

 

SİBEL UNUR ÖZDEMİR

ANKARA / 29 Temmuz 2020